Kariyer | Konular | Kitaplık | İletişim

Aşırı Dünya Sevgisi

"Allahım!.. Dünyayı en büyük düşüncemiz ve bilgimizin ulaştığı son nokta kılma..." 1

Dualarıyla hem kendisi hem de ümmeti için en faydalı dileklerde bulunan Efendimiz (s.a.v), bu duasıyla gönülleri ahiretten ve maneviyattan uzaklaştıran aşırı dünya sevgisinden koruması için Cenab-ı Hakka niyazda bulunmaktadır.

Aşırı dünya sevgisi ahireti unutturmakta, iyilikseverlik ve yardımseverlik duygularını öldürmekte; bencillik, açgözlülük, gösteriş, kibir, gurur, şöhret tutkunluğu, başkasının malına göz dikme gibi karakter eksikliklerine sebep olmaktadır.

Dünyanın parlak cazibesine kapılan ve kendini tamamen dünyaya veren kişi, önce hayat standardını yükseltmek için bütün çarelere başvurmakta, ardından bu yüksek hayat standardını düşürmemek için daha çok kazanmaya, kendini daha fazla dünyaya vermeye mecbur hissetmekte; tek amacı dünya malı, mevki ve makam, şöhret ve itibar kazanmak olduğu için, çoğu kere -farkında bile olmadan- sahip olduğu ulvî hedef ve gayelerden uzaklaşmaktadır.

Başlangıçta meşru amaçları gerçekleştirmek için sadece bir araç olarak telakki edilen dünya malı, sonunda araç olmaktan çıkarak amaç haline gelmektedir. Bundan sonra en büyük dert, en büyük endişe, en büyük mesele "dünya malı" olmaktadır. Bu durum da kulluk görevlerinin ihmal edilmesine sebep olmakta, helâl-haram anlayışını zedelemekte, insanlığa yararlı davranışlar "salih ameller" işleme görevini unutturmaktadır. Zevkleri, cazibesi, yaldızları ve parlaklığıyla insanları aldatarak tuzağına düşüren dünya, insanı kendisine bağlamakta, sonunda köle ve esir haline getirmektedir. Bu gerçeğe işaret etmek üzere Hz. İsa (a.s)’nın: "Dünyayı kendinize efendi edinmeyin ki, o da sizi kendisine köle etmesin" 2, dediği nakledilmektedir.

Ehl-i dünyanın ilimlerinin, bilgilerinin ve çalışmalarının gayesi, sadece dünyayı kazanmaktır. Onların bütün gayretleri dünyaya yöneliktir. Ahiret beklentisi olmayanların yardımlaşma, dostluk ve insanlık için yaptıkları çalışmalar bile dünyevî beklentilerle sınırlıdır. Hadisimizde "dünyayı bilgimizin ulaştığı son nokta kılma" şeklinde dile getirilen bu gerçeğe, Kur’anda şu ifadeyle işaret edilmektedir:

"Bizi zikretmekten yüzçevirenlere ve dünya hayatından başka bir şey arzu etmeyen kimselere aldırma. Bu, onların bilgilerinin ulaştığı son noktadır".3

Mü’min Kul ve Dünya

Verilen nimete kanaat, kadere rıza, Allah’a tevekkül ve teslimiyet duygularına sahip olan, dünyadan çok ahirete yatırım yapma arzusunda olan mü’min kul, aşırı dünya sevgisinden kendini korumaya çalışır. O, rızkının ilahî garanti altında olduğuna inanır. Onun rızık kazanma konusunda ümitsizliği ve karamsarlığı yoktur. O, rızkını elde etmek için çalışması emredildiği için çalışır. Onun gönlü huzurlu, ailesi mutlu; hayatı sade, mutedil ve orta yolludur. O, nehirden abdest alsa bile, suyu israf etmemekle yükümlüdür. O, bu dünyanın geçiçi imtihan dünyası olduğunu düşünür. Kendisi dünyalık yarışı şeklinde bir hastalığa kapılmadığı gibi, ehl-i dünya olan kardeşlerini de bu çeşit hastalıklardan kurtarmaya çalışır.

Mü’min kulun en büyük derdi kendi günahlarıdır. En büyük hedefi Allah rızasını kazanmaktır. O, var gücüyle kulluk standardını yükseltmeye çalışır. İçinde yaşadığı topluma rahmet ve şefkat mesajını en güzel üslupla sunmaya çalışır. İman ve ibadetiyle, tebliğ, davet ve cihadıyla, hizmet, fedakârlık ve kardeşlik anlayışıyla, güzel ahlâkı ve tatlı üslûbuyla gönül kazanmaya gayret eder. Kendisinin cenneti kazanmasının da bu manevî çalışmaları sebebiyle Allahın rızasını kazanmasına bağlı olduğuna inanır.

Mü’min kul, "Ya Rabbi!.. Bizi en büyük derdi, en büyük endişesi, en büyük meselesi "dünya" olanlardan, bütün bilgi ve kabiliyetlerini sadece "dünya" için kullanan kimselerden, sermayesi sadece dünyalık olanlardan eyleme", diye dua eder, gönlünü dünyaya kaptırmamaya çalışır.

Ehl-i dünya olmanın, dünya malı kazanmayı en büyük dert haline getirmenin alâmeti, dünya ahiret dengesinin bozulmasıdır. Dünyevî meşguliyetler, bizi ibadetlerden alıkoyuyorsa, elde ettiğimiz servet ve ticaretimiz bizim için Allah ve Rasûlünden, Allah yolunda cihaddan daha sevgili ise bu çeşit dünya malı, bizim için manevî felâket demektir. "De ki:Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, yakınlarınız, elde ettiğiniz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaretiniz, hoşunuza giden evleriniz, size Allah’tan, Peygamberinden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, Allahın buyruğu gelene kadar bekleyin. Allah fasıkları doğru yola eriştirmez." 4

Dünyaya Bakışta Nebevî Çizgi

Dünya malının çetin bir imtihan (fitne) olduğuna, aşırı dünya sevgisinin gönül zayıflığı olduğuna işaret eden ve tam anlamıyla zahid olan Peygamberimiz (s.a.v), hayatı boyunca dünyaya ve dünyalığa önem vermemiş, dünyayı bir "misafirhane" gibi telakki etmiş, kendisini "dünyada bir ağacın altında bir müddet dinlenip yoluna devam eden bir yolcu gibi" 5 takdim etmiş, ashabına bu anlayışı aşılamıştır.

Sahabe-i Kiram ve Tabiîn de bu nebevî çizgiyi büyük bir özen ve dikkatle izlemişler, fethedilen ülkelerde elde edilen büyük ganimetler ve maddî zenginliğe rağmen, dünya ve dünyalığa metelik vermemişlerdir. Özellikle Dört Halife, halkın maddî-manevî huzuru için çalışmışlar ama kendileri zühd yolundan hiç ayrılmamışlardır.

Bugün... İslâm’ın boynu bükük, mazlum ve garip oluşunun sebeplerinden biri, genel olarak müslümanların ahireti ikinci plana atmaları, planlarını sadece dünya için yapmaları, bilgi, tecrübe, beceri ve kabiliyetlerini sadece dünyayı kazanmak için kullanmaları, yalnız ve yalnız kendi dünyalarını düşünmeleridir. Bu çalışmalar sonunda belki kendi özel dünyaları değişmekte, ama İslam Dünyası’nın içinde bulunduğu perişan durum aynen devam etmektedir.

İslâmın izzet ve şerefi; dünya hayatını ve dünyalığı önemsenmeyen, Allah yolunda ölmeyi göze alan, inancını yaşamayı en büyük ideal kabul eden, İslâm sancağını bir adım ileriye götürme aşkını taşıyan, yeniden İslam’a dönüş ve diriliş için bütün imkânını ortaya koyan; dinamik, aksiyoner, çalışkan ve korkusuz müslümanlarla yeniden gerçekleşecektir.

İslam dünyasının bügün içinde bulunduğu acıklı durum, 1400 yıl önce Peygamberimiz (s.a.v), tarafından şu şekilde tesbit edilmişti:

"Pek yakında dünya milletleri sofraya oturanların yemek kabına üşüştükleri gibi sizin başınıza üşüşecekler". Bunun üzerine Efendimiz’e:

- O gün biz azlık olduğumuz için mi, ya Rasulallah? diye soruldu. Efendimiz :

- "Hayır... Bilakis o gün siz sayıca çok olacaksınız. Fakat selin üzerindeki çer-çöp gibi –dağınık ve değersiz- olacaksınız. Allah, düşmanlarınızın kalbinden korkuyu çekip alacak, sizin kalplerinize zaafiyet verecek", diye cevap verdi. Bunun üzerine:

- Zaafiyet (vehen) nedir? diye soruldu. Peygamberimiz (s.a.v):

- "Dünyayı sevmek ve ölümden hoşlanmamaktır",6 diye cevap verdi.

Görüldüğü gibi Efendimiz (s.a.v), dünya sevgisini "kalp zayıflığı" olarak görmekte, diğer sebeplerle birlikte bu durumun yaygınlaşmasının ümmetin zayıf düşmesine, parçalanıp bölünmesine, dünya milletlerinin ümmetin elindeki nimetlere göz dikmesine sebep olacağını ifade etmektedir.

Açgözlülük ve Aşırı Hırs

Zekât, sadaka, karz-ı hasen müessesesi yanında yardımseverlik, ikramseverlik, misafirperverlik ve Allah yolunda infakı emreden İslam, mutlu bit hayat sürmek, başkasına muhtaç olmamak ve ahireti kazanmaya yardımcı olmak üzere helâl kazancı tavsiye etmiş, aşırı hırs, cimrilik, bencillik ve açgözlülüğü yasaklamış, hadiste iman cevherinin bu düşük ve seviyesiz hasletlerle birarada bulunamayacağı belirtilmiştir:

"Müslüman bir adamın kalbinde iman ve açgözlülük birarada bulunmaz" 7 Zira aşırı hırs ve açgözlülük helâl-haram kavramını unutturmakta, aşırı meşguliyetten dolayı imanın gereği olan kulluk görevleri önce ihmal edilmekte, sonra tamamen terk edilmektedir. Hırs ve açgözlülükle dünya malı yığma yarışı içerisine giren ehl-i dünya dul, yetim, yoksul ve garibanları görmemekte; lüks, israf, sefahet ve haramlar içinde yüzmektedirler.

Çarpık israf ekonomisi, aşırı tüketim çılgınlığı, beyin yıkayan reklam ve propaganda araçları; psikolojik baskı ile dar gelirliyi de zengini de etkilemekte, dünya hırsını körüklemekte, insanı maddeye köle haline getirmektedir. Erişilmek istenen hayat standardı çıtası da sürekli yükseltilmekte, dolayısıyla –sunî- ihtiyaçlar sürekli artmaktadır. Bu maddî sıkıntılar iman, irade ve bilgi durumuna göre acı olaylara, yüzkızartıcı suç işlemeye, aile içi huzursuzluklara, ruhî bunalımlara, intihar ve saldırganlığa sebep olmaktadır.

Tek ümidi dünya olan kişi, onu kaybederse elbette yıkım korkunç olacaktır. Normal ihtiyacından fazla dünyalık peşinde koşanın kalp gözü kör olacak, basireti kapanacak, gönlü kararacaktır. Cimrilik, açgözlülük ve aşırı dünya hırsı toplumdaki sosyal dengeyi bozmakta, yolsuzluklara, skandallara, kan dâvâlarına neden olmakta, toplum huzurunu ve barışını tehdit etmektedir. Nitekim tarih boyunca bu manevî hastalıkların yaygın olduğu pek çok toplum ya dejenere olmuş ya da tarih sahnesinden silinip gitmiştir.

Bu sosyolojik gerçeği Efendimiz (s.a.v) şu şekilde dile getirmektedir:

"Açgözlülükten sakının... Çünkü açgözlülük sizden önceki toplumları helâk etmiştir." 8


Dünya-Ahiret Dengesini Kurabilmek

Her konuda itidalin ve orta yolun izlenmesini emreden, dengeli ve ılımlı çizgiyi tavsiye eden İslâm, bu konuda da dengeli bir anlayış benimsemiş, müslümana dünya-ahiret dengesini kurmasını; dünya için ahiretin, ahiret için dünyanın terk edilmemesini emretmiştir. Dünya-ahiret dengesi hakkında en güzel ölçü, Cenab-ı Hakkın şu âyetidir: "Allah’ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu gözet. Dünyadaki nasibini de unutma." 9 Aşırı dünya sevgisini hoş karşılamayan Peygamber Efendimiz (s.a.v), "kendini tamamen ibadete verme ve dünyayı ihmal etme" anlamındaki ruhbanlık anlayışına da karşı çıkmıştır. 10

Müslümanın dünya malında hırslı olmaması, onu tenbelliğe sürüklemez. Bilakis onun düzenli, planlı ve proğramlı çalışmasına sebep olur. Dünyayı geçici hayat olarak kabul ettiği için, her dakikasını ahiret lehinde değerlendirmeye çalışır. Mü’minin imanı çerçevesinde insanlık yararına yapacağı her çalışma ahiretine yönelik çalışma sayılır. O, dünyayı ahiretin tarlası olarak kabul eder. İbadet ve ubudiyetini eksiksiz yerine getirmeye çalışır. "Zahid", dünyaya aşırı sevgi beslemeyen, gönlünden dünya hırsını çıkaran kişidir. Zahid, yoksulluk ve çaresizlik içinde yaşayan değil, nimetler ve maddî imkânlar içerisinde yaşadığı halde gönlünü dünyaya kaptırmayandır. Bir sahabî, kendisine: "Ya zahid!.." diye hitap eden kişiye;

- Hayır!.. hayır!.. Asıl zahid, Halife Ömer b. Abdülaziz (rh.a)’dir, demiştir.

Dünya malı ve dünyevî mevkiler amaç değil, araç olmalıdır. Müslümanın asıl gayesi, Allah rızasını elde etme olmalıdır. Zengin olmak, mevki- makam sahibi olmak, toplum içerisinde itibar ve şöhret sahibi olmak, rütbesi veya akademik kariyeri yüksek bir şahsiyet olmak, refah içinde yüzmek asıl gaye haline gelirse; kişi buna ulaşabilmek için zaman zaman ana ilkelerinden ve ulvî prensiplerinden, daha sonra görüş ve düşüncelerinden, hatta inancından taviz verme zorunda kalmakta, belki arzuladığı maddî ve dünyevî hedeflere ulaşmakta, ama manevî açıdan büyük bir düşüş yaşamaktadır.

Bazen hizmet, dâvâ ve ideoloji adına, Allah rızası yerine bu talî hedefler ana hedef haline gelmekte, dolayısıyla ana çizgide kırılma yaşanmaktadır. Halbuki zenginlik, ilim, güzellik, şöhret, gençlik, yüksek mevki-makamlar gibi bize emanet olarak verilen maddî imkânlar, kulluğun gereği olarak sadece emanet sahibinin rızası yönünde kullanılmalıdır.

İnancımızı en güzel şekilde yaşamak, gönül ve toplum huzurunu en üstün şekilde inşa etmek, dünya ve ahiret saadetini temin etmek için elbette maddî, manevî, ilmî, ictimaî, siyasî, malî, iktisadî v.s her açıdan kuvvetli mü’min olmaya gayret etmemiz gayet tabiîdir. Müslümanı daima yoksul, bî-çare, perişan ve dağınık görmek isteyenler, maddî-manevî hedefi olan şuurlu müslümanın; başarılı yönetici, seviyeli politikacı, çalışkan akademisyen, ülkesi ve insanlık için faydalı projelere imza atan işadamı olmasından son derece rahatsız olmaktadırlar.

Ancak... bizim şu anda üzerinde durduğumuz konu, çok daha hassas bir konudur. Önemli olan; bu nimetler elde edildiğinde, belirli mevkilere gelindiğinde, maddî imkânlar arttığında; nefsin, çevrenin ve sistemin baskıları sebebiyle materyalist, kapitalist, pragmatist, egoist olma tehlikesine karşı daima manevî açıdan kendimizi muhasebeye tabi tutma zorunda olduğumuzu unutmamaktır. Zira bize ilahî emanet olan güç ve imkân, ancak ilâhî rızaya uygun olarak değerlendirildiğinde gerçek anlamını bulacaktır.

En acı olan nokta, İslâm’ı yaşama azminde olan ve kendini "şuurlu mü’min" olarak ifade eden bazı kardeşlerimizin, dünyaya daldıktan sonra haramları önemsemeyecek dereceye düşmeleri, faiz ve rüşveti günümüz ticarî hayatının kaçınılmaz gerçekleri olarak düşünmeleri, dün tenkit ettikleri kapitalist, bencil ve ruhsuz işadamlarının seviyesine inmeleridir. Bunu önlemenin yolu, bize emanet edilen dünya malının bir kısmını Allah yoluna vakfetmek, müslümanların derdine derman olacak ilim, irfan müessseseleri açmak, İslâmî eğitime destek olmak, şuurlu gençlik kuruluşlarına yardımcı olmak, kalıcı manevî projeleri uygulamaya geçirmek, asıl yatırımı ahirete yapmaktır.

Aşırı dünya sevgisine kapılmamak ve dünyevîleşmemek için tek çare: Allah için vermek... Allah için yardım etmek... Allah için harcamaktır.


Kategoriler

- Başarı - Eğitim - Kişisel Gelişim - Hedef - Ticaret - Muhammed Bozdağ - İletişim - Nasihatler - Kariyer - Dua - Para - istemek - çalışmak - İslam - Abdülhamid Han - iş hayatı - Haber - Ekonomi - Osmanlı Sultanları - Rizik - Karar - Meslek - Osmanlı - Zaman Yönetimi - şükür - Motivasyon - Liderlik - Hedef Belirlemek - II. Abdülhamid Han - alışveriş - Para Kazanmak - istek - Arastirma - Osmanlı Devleti - yaşam - çalışmanın hedefi - Kriz - Hikayeler - Sorumluluk - İşsizlik - özgüven - Dünya Hayatı - Zaman - Nimete şükretmek - İslami ölçüler - içtenlik - duanın kabulü - İmaj - Modelleme - Helal Kazanç

MollaCami.Com