Kariyer | Konular | Kitaplık | İletişim

Müslümanın Dünya ile Alışverişi

Dünyada halen geçerli olan ekonomik sistemin içine düştüğü krizin bir “ahlâk krizi” olduğunu artık batılılar da söylüyor.

Geçerli ekonomik sistem;

• Koca dünyayı bitiren bu tüketim oburluğuna dayalı oldukça
• Devasa kaynakları küçük bir azınlığın tekelinde tuttukça
• İsraf ve kanaat kavramlarına uzak kaldıkça..

Yani temel anlayışı değişmedikçe bu krizler hep olacak.
Oysa insanlığın muhtaç olduğu ekonomi anlayışı hiç uzakta değil.
Gelin onu bir de bizim kavramlarımızla yeniden hatırlayalım.

Ülkemizde ekonomik anlamda işler epeydir kesat gidiyor. Talep azaldığı için üretimin kısıldığını, işten çıkarmaların sıklaştığını biliyoruz. Kapanan işyerleri, ödenemeyen borçlar yüzünden yaşanan trajedilere dair haberleri daha sık duyar olduk. Toplumun çok önemli bir kısmı geçimini sağlamakta zorlanıyor.

Ekonomi uzmanları, bütün bunların geçen yılın ortalarında ABD’de baş gösteren mali krizin yansımaları olduğunu söylüyor. Onlara bakılırsa bu global krizden giderek artan bir şiddetle etkilenmeye devam edecekmişiz. Allah milletimize dayanma gücü versin diyoruz. Ama…

Krizler bir hastalık belirtisidir

Müslümanlar olarak yakamızı modernizme kaptırdık kaptıralı toplumun tamamını ilgilendiren bu tür problemlerin teşhisinde de çözüm yollarının bulunmasında da kuşatıcı ve doğru bir bakış açısı aramayı akıl edemiyoruz. Böyle bir yaklaşım “bilimsel” sayılmıyor çünkü.

Oysa modern bilimlerin pek çoğu itibarî teorilere, subjektif varsayımlara, gerçeğe uymayan kabullere dayanıyor. Ekonomi, insanı âdemiyeti ile değil, beşeriyetiyle tanıyor ve sadece bu dünyaya ait bir varlık olarak görüyor örneğin. İnsanın ihtiyaçlarının sınırsız, bu ihtiyaçları karşılayacak imkânların sınırlı, yani yetersiz olduğunu iddia ediyor. İnsanı nefsaniyetinden ibaret sayan, nefsin heva ve arzularını ihtiyaç addeden sakat bir çerçeve içinde söyledikleri ne kadar makul, ne kadar doğru olursa olsun, entellektüel gevezeliklerden öteye gitmiyor.

Nitekim “sınırlı kaynaklarla sınırsız ihtiyaçların en uygun şekilde karşılanması bilimi” diye tanımlanan modern ekonominin hüküm sürdüğü son iki asırda, bir tarafta açlık ve yoksulluk, diğer tarafta lüks ve israf büyümüş. Kazanma hırsı, daha çok kâr etme tutkusu, “insan insanın kurdudur” inancı kalplerde kök salmış, vicdan ve merhamet yok olmuş.

İnsanı “homo-economicus”, yani sırf kendi çıkarlarını gözeten ve ihtiyaçlarını hep en üst düzeyde karşılamaya çalışan bir varlık olarak kabullendiğiniz sürece bu krizler bitmeyecektir. Çünkü sadece ekonominin sınırları içinde kalarak hangi nedenlerden kaynaklandığını belirlemek, geçici çözümler üretmek, krizlerin birini yatıştırır belki ama yenilerinin doğmasını engellemez. Krizi az veya çok hasarla geçiştirmek, o krizi doğuran hastalığın tedavi edildiği anlamına da gelmez. Asıl problem krizlerin kendisi değil, sürekli krizlerle dışa vuran bir hastalık halidir.

Dinden uzaklaşmak ne demek?

Osmanlı’nın son zamanlarında da böyle olmuş. Ortaya çıkan ekonomik, siyasi, askeri problemleri tek başına bir vakıa gibi ele alıp bunlara modern çözümler teklif eden “aydın”lar, ulemanın “dinden uzaklaşma” teşhisine istihza ile bakmışlar. Fakat işte aydınların bütün o allı pullu, iddialı tahlil ve teklifleri Osmanlı’yı yıkılmaktan kurtaramamış. Ulemanın “dinden uzaklaşınca başımıza bunlar gelir” tesbiti o gün bugün hâlâ ortada duruyor.

Bizim ekonomik krizlere de sebep olan “bünyevî hastalık hali” dediğimiz şey, “dinden uzaklaşma”nın ta kendisi. Ne var ki “bizler namazında niyazında insanlarız” deyip dini belli ibadetlere indirgeyen yahut onu hayatın çok da önemli olmayan bir çeşnisi gibi gören anlayışlarla bu hastalığın vahametini kavramak mümkün değil. Onun için önce, sıkça dillendirilmesine rağmen pek üzerinde durulmayan şu “dinden uzaklaşma” hastalığının ne olduğuna bir bakalım.

Din, insanı ve toplumu Allah Tealâ’nın belirlediği ölçülerle inşa etmek için gönderilen bir sistemdir. İnsanın sadece ibadetlerini değil, her türlü tutum davranışını, kâinata bakışını, tasavvurlarını, kavramlarını, aklını ve kişiliğini de bu sistem belirler. Doğrusu budur, çünkü kâinattan en uygun tarzda nasıl istifade edileceğini, burada nasıl mutlu yaşanacağını, onu ve insanı yaratandan daha iyi bilen olamaz. Dinden uzaklaşmak, dinden çıkmak değil ama dinin bu kuşatıcılığını unutup, kısmen de olsa vahye aykırı tutum, düşünce ve inançlara kapılmaktır. Nefsin yönlendirmesiyle, moda anlayışların etkisiyle hepimizin zaman zaman düşebileceği bir yanlıştır bu. Normalleşir, toplumsal bir kabule dönüşürse felaket olur. Öyle ya, sıradan bir aletin bile kullanma kılavuzuna uygun davranmamak ne işler açar insanın başına.

Vahyi ikâme etmeyince

Kur’an-ı Kerim, dinden uzaklaşmayı “vahyi ikâme etmemek” diye nitelendiriyor. Yani Allah Tealâ’nın bildirdiklerini tahrif etmek, doğru dürüst uygulamamak, işine geldiği gibi eğip bükmek, hayata geçirmemek... Bunun yol açtığı sonuçları da ehl-i kitaba hitaben Maide suresinin 66. ayetinde şöyle haber veriyor: “Şayet onlar Tevrat’ı, İncil’i ve Rableri tarafından kendilerine indirilenleri ikâme etselerdi (gereğince uygulasalardı) hem üstlerindeki (göğün) hem de ayaklarının altındaki (yerin türlü türlü nimetlerinden bol bol) yiyip (yararlanırlardı). (Gerçi) onların içinde muktesit bir zümre (de) var; (fakat) çoğunluğunun yaptıkları ne kadar kötüdür!”

Müfessirler, bu ayetin Tevrat’taki “bol nimet vaadi”nin gerçekleşmemesini izah sadedinde, “Allah’ın indirdiklerini gereği gibi uygulamadıkları” için özellikle Yahudilerin geçmişte yaşadıkları ekonomik bir mahrumiyete, uyarı maksadıyla işaret ettiğini söyler. Anlaşılan o ki ekonomik kriz yahut dünya nimetlerinden mahrumiyet, dinden uzaklaşmanın bedeli.

Ayette, azınlıkta kaldıkları için bu mahrumiyete engel olamayan bir “muktesit zümre”den de söz ediliyor ve zımnen sanki bütün bir toplum veya çoğunluk “muktesit” olsa bu sıkıntı yaşanmayacaktı mesajı veriliyor. Biz, meallerde “ılımlı, ölçülü” gibi kelimelerle karşılanan “muktesit” kavramını özellikle olduğu gibi verdik. Çünkü üzerinde durulması, yeniden hatırlanması gereken anahtar kavramlarımızdan biri. “Muktesit”, şu bildiğimiz “iktisat”la aynı kökten ve tam karşılığı “iktisatlı” demek. Çoğunluk iktisatlı olmayınca darlıkların, ekonomik krizlerin, maddi sıkıntıların yaşanması ilâhi bir kanun şu halde. Fakat “iktisat” sadece “tutumluluk” yahut “ekonomi” demek değil.

Bir müslüman tavrı: İktisat

Allah Tealâ bütün kâinatı bir denge üzerine yaratmış ve bu dengeyi korumamız için “mizan”ı indirmiştir. Tartı aracı, terazi anlamına da gelen mizan, dinin hükümleridir. İnsanın duygu, düşünce ve davranışlarını İslâm terazisine vurup ilâhi ölçülerle denkleştirmesi işlemine “adalet” denir. Adalet ile kurulan dengenin bir tarafında ilâhi ölçüler; diğer tarafında buna uygun talepler, niyetler ve çabalarla ulaşılmak istenen nasipler vardır. İşte, dinin ölçüleriyle belirlenmiş, adalete uygun bu nasiplere “kıst” adı verilir ve Kur’an’da daha ziyade “adaletle davranmak” anlamına kullanılır. Tıpkı Türkçeye geçen “maksat” kelimesi gibi, “ölçüt, kriter” anlamlarına gelen “kıstas” kelimesi gibi, “iktisat” kelimesi de kıst’tan türemedir. İktisat, “ilâhi dengeyi bozmayan, adalete uygun bir nasip veya paya razı olmak; aşırılığa meyletmeden orta yoldan dosdoğru yürümek, tartının hakkaniyetini zedeleyecek müdahalelerden kaçınmak” şeklinde tanımlanabilir. Muktesitler böyle yapan, ilâhi ölçülere riayet ederek yaradılış maksadına uygun davranan kimselerdir.

Muktesit olmak, yani iktisada uygun hareket etmek sadece maddi münasebetlerde değil, her hususta sergilenmesi gereken genel bir tutumdur. Fakat bu temel müslüman tavrı, iktisadın zamanla “maddi konulardaki ölçülülük hali”ni ifade eder tarzda anlam daralmasına uğraması nedeniyle daha çok “itidal” kelimesiyle karşılanmaktadır. İtidal ya da iktisat, sonuçta ifrat ve tefrit gibi aşırılıklardan sakınmaktır. Bu sakınma yahut duyarlılık iradî ve sürekli olduğu zaman sadece kişiye değil, topluma da hayırlar getirdiğinden “fazilet” sayılmıştır.

İktisat, müslüman için her şeyden önce bir ahlâk meselesidir yani. Ahlâksızlığı, bencilliği, açgözlülüğü, cimriliği, israfı mubah gören bir anlayışa, bilim kisvesine büründürülse bile “iktisat” dememelidir.

İktisadın ölçüsü

İslâm’ın emrettiği genel ve sürekli bir tavrın adı olsa da, konumuz gereği, iktisat kavramını biz yine “dünya hayatındaki maddi ilişkiler” bağlamında ele alalım. Bu çerçevede muktesit olmak, hem talepte hem tüketimde aşırı gitmemeyi, ölçülü davranmayı gerektiriyor. Böyle bir iktisadın ifratına “israf”, tefritine “cimrilik” diyor dinimiz ve ikisinden de men ediyor.

Sanırız aklı başında herkes aşırılıktan kaçınmanın, ölçülü olmanın gerekliliğine inanır. Fakat iktisadın ölçüsü nedir? Cimrilik veya israf hangi sınırda başlar? Bir talebin ihtiyaç mı yoksa fuzuli mi olduğuna neye göre karar vereceğiz? Sabit ölçüler varsa, değişen hayatın karşımıza çıkardığı yeni ihtiyaçları nereye koyacağız? Galiba asıl sıkıntı iktisat ya da itidal ölçüsünü bulmakta ve bunu muhafaza etmekte.

İslâm’da gelir miktarına göre belirlenmiş bir hayat standardı yoktur. Çünkü helal yollardan ulaşılması kaydıyla servet sahibi olmak ve zenginlik meşrudur. Üstelik çalışmak, sebeplere tevessül etmek esas olmakla birlikte rızık Allah’tandır; O, zenginliği dilediğine verir. Fakat zengine verilen servet “emanet”tir. Onu hayat standardı bakımından fakire nazaran daha imtiyazlı yapmaz. Sadece “infak” gibi fazladan bir kısım sorumlulukların sahibi yapar. Bu sorumluluklardır ki kardeşliği ve dayanışmayı tesis ederek, eşitsizlik gibi görünen “rızık dağılımı”nı toplumsal yapıyı güçlendiren bir “hikmet”e dönüştürür. Şu halde dinimizde gelir durumuna göre değil ama temel bazı ilkeler çerçevesinde bir standart, bir iktisat ölçüsü belirlenmiştir. “Makâsıdu’ş-şerîa”, yani dinin varlık sebepleri gözetilerek belirlenen bu ölçü fakir için de geçerlidir, zengin için de.

Zaruret ve ihtiyaç

İktisat dar anlamıyla dünyadan faydalanmak içindir ama dünya da ahiret içindir. Öyleyse “dünyalık fayda”yı ahirette hasat edilecek ameller ve bunların gerçekleşmesini sağlayan imkânlar olarak anlamak gerekir. Bu nedenle ulema “zaruriyyat”ı iktisadın asgari sınırı sayar. Zaruriyyat, olmazsa olmaz, vazgeçilmez bazı hak ve değerlerin varlığı için mutlaka temin edilmesi gereken imkânlardır. Bunlar, “zaruriyyat-ı hamse” (beş temel zaruret) denilen canın, ırzın, aklın, malın ve dinin muhafazası için şarttır. Yahut bir şey bu beş değerin herhangi birinin varlığı ve devamı için gerekliyse zaruret kategorisine girer. Zaruret olanı her halükârda talep etmek, karşılamak, bunun için çaba göstermek gerekir. Bu talep ve çaba ne kadar şiddetli olursa olsun iktisat ölçüsünü ihlal etmez.

Dünyadan faydalanmak için talep edilen bazı imkânlar ise “hâciyat” grubuna girer. Hâciyat, “hacetler” yani, “ihtiyaç duyulan şeyler” demektir. Bugün gerekli olduğu düşünülen her şeye “ihtiyaç” demek adet olmuş. Fakat demek ki zaruret ayrı, ihtiyaç ayrı. Nitekim ihtiyaç, “kişisel ve toplumsal hayatın daha rahat, daha düzenli yaşanmasını sağlayan; karşılanmaması halinde zorluğa, sıkıntıya sebebiyet veren ama zaruret derecesinde olmayan fayda veya imkânlar” diye tanımlanır.

Bazı talepler de vardır ki bunlar zaruret de değildir, ihtiyaç da. “Tahsiniyyat” denilen bu imkânlar estetik anlamda hayatı daha güzel kılar. Mahrumiyeti herhangi bir zorluğa yol açmaz.

Hâciyat ve tahsiniyyat da tıpkı zaruret gibi meşrudur; iktisat sınırları içindedir. Fakat bunların iktisat sınırları içinde kalması zaruretler gibi kayıtsız şartsız değildir. Kişinin tutumuna göre meşruiyetini kaybedip israfa ve günaha kayabilir.

İsrafı ihtiyaç sanmak

Hâciyyat ve tahsiniyyat grubuna giren taleplerin meşru sayılması için ilk şart, bunların zaruriyyatla çelişmemesidir. Bir şeyin ihtiyaç sayılıp sayılmadığını belirlemek için çok önemli bir ölçüdür bu. Çünkü özellikle günümüzde reklamların etkisiyle gereksizlikten de öte zaruriyyat-ı hamse’ye, yani canımıza, ırzımıza, aklımıza, malımıza ve dinimize zarar veren bir yığın ürün ”ihtiyaç” zannedilmektedir. Halbuki ihtiyaç, zarureti takviye eder. Takviye etmek şöyle dursun, zarurete zarar veren bir şeye iktisat ölçüsünde ihtiyaç da denemez, tahsiniyyat da..

Zaruriyyat, hâciyat, tahsiniyyat, aynı zamanda bir öncelik sıralamasını verir. Zaruretleri karşılamadan ihtiyaçlara, ihtiyaçları karşılamadan tahsiniyyata yönelmek israftır. Tıpkı ihtiyacın zarurete zarar vermemesi gerektiği gibi tahsiniyyatın da ihtiyaca zarar vermemesi gerekir. Yaşadığı toplumda, hele de yakın çevresinde zaruriyyat kapsamındaki imkanlara sahip olmayanlar varsa, bunlara yardım etmek yerine kişinin kendi ihtiyaç ve tahsiniyyatı peşinde mesai harcaması ise “faziletli bir davranış” değildir; en azından bu yönüyle iktisada aykırıdır. Eğer maddi mahrumiyet din uğruna göze alınan bir fedakârlığın eseriyse, Ensar ve Muhacir dayanışmasında örneklendiği gibi, varlıklı müminlerin yardımı artık bir borç olur.

Nihayet ihtiyaç ve tahsiniyyatın karşılanmasında hırs hoş görülmemiş, kanaat tavsiye edilmiştir. Böylesi edebe daha uygundur. Hz. Peygamber s.a.v.’in “Dünyayı isterken güzel davranın (dengeli olun); çünkü herkes kendisi için yaradılmış olana (takdir edilene) müyesserdir.” uyarısı bu husustaki müslüman tavrını belirler.

Hangi devirde yaşıyoruz?

Şuraya kadar anlattıklarımız karşısında günümüzün ortalama insanının vereceği ilk tepki sanırız “Hangi devirde yaşıyoruz?” olacaktır. Söylediklerimizin geniş kitlelerce kabul görmüş, yaygınlaşmış tutumlara denk düşmediğinin farkındayız. Fakat müslümanın kabullerini devrin anlayışı değil, Kuran ve Sünnet tayin etmeli değil midir?

Müslümanlığın giriş kapısı olan kelime-i şahadetin “lâ” ile başlamasının, İslâm’a kafalardaki bütün kabulleri silerek girilmesinin bir hikmeti de budur. Cahiliyyenin yeni bir türü olan modern “zan”lara “lâ” demeden, “Her iştiha duyduğunu yemen israftandır.” hadisini anlayamayız. Nefslerini ilâh edinenlerin ihtiyaç kisvesine büründürdüğü arzu ve hevaların ihtiyaç olmadığını göremeyiz. Daha çok kazanmak için tüketimi kamçılayan kartellerin kâinatı yağmalayan köleleri haline getirilip nasıl küçük düşürüldüğümüzü fark edemeyiz. Sonuçta şükürsüzlüğün, yetinmezliğin, açgözlülüğün, emanete hoşça bakmamanın, kısaca iktisatsızlığın getirip kapımıza bıraktığı kriz ve afetlerle yüz yüze geliriz de iş işten geçer.

“Hangi devirde yaşıyoruz?” tepkisi bazen “Herkes böyle yapıyor. Çoğunluk gibi davranmazsak perişan olur, zillete düşeriz” gerekçesini de yansıtır. Böyle düşünenlere Hz. Peygamber s.a.v. “immea’” diyor. Yani zayıf karakterli, ölçüleri olmayan, rüzgâr nereye eserse oraya yönelen. Ve tam da bunun için şöyle uyarıyor bizi: “Sakın sizden bir kimse ölçülerinde sabit olmayıp ‘Ben insanlarla beraberim. Eğer insanlar iyilik yaparsa ben de iyilik yaparım, kötülük yaparsa ben de kötülük yaparım’ demesin. Aksine, ölçülerinizde sebat edin; halk iyilik yaptı mı siz de yapın, kötülük yaparsa zulme yer vermeyin.”

Asıl zenginlik

Fakirlik korkusu şeytandandır. Tedbir takdiri değiştirmez. Yoksul düşmemiz zelil olacağımız anlamına da gelmez. Asıl zillet, ihtiyaç da olsa dünyalık nesnelere peşinden koşulacak kadar değer vermek, böyle şeyleri gereğinden fazla önemsemektir. Kâinatın en izzetli insanının, yamalı pabuç giyen, bazı zamanlar açlıktan karnına taş bağlayan bir peygamber olduğu unutulmamalıdır.

Bütün bunlar tedbirden vazgeçelim, çalışmayalım, rızkımızı aramayalım, yoksulluğu tercih edelim demek değildir. Müslüman gayret sahibidir; tembel olmaz, sebeplere sarılmanın ilâhi bir kanun olduğunu bilir. Fakat bu gayretini hırs ve tamah beslemez. Çalışması, kazanma arzusu, şahsi bir refah ve bolluk talebinin değil, topluma faydalı olma isteğinin eseridir. Dünyalık temini için gösterdiği çaba her zaman helal ölçüleri içindedir; asla kulluk vazifesinin önüne geçmez. Meşru dairede elinden geleni yaptıktan sonra da kısmetine düşene razıdır, şikâyet etmez.

İslâm zenginliğe, servet sahibi olmaya, daha çok kazanma gayretine karşı çıkmaz; lüks ve rahat düşkünlüğüne, israfa, bencilce tüketmeye karşı çıkar. Oburluk gibidir bu. Nasıl ki çok yemek birtakım hastalıklara sebep olursa, ölçüsüz tüketmek ve israf da açgözlülüğe, duyarsızlığa, tekebbüre, suistimallere, ahlâk zafiyetine yol açar. Bunlar, servet sahibi olan kişi kadar toplum için de sıkıntıdır. Kıskançlıklar baş gösterir, yoksullar zengine düşman olur, ümmetin kardeşliği yara alır.

Rasulullah s.a.v.’in, gelecek devirlerdeki müslümanların lüks ve rahat düşkünlüğü sayılacak tüketim tarzları sebebiyle üzülüp endişelendiğine dair haberler vardır. Onun için de bize “asıl zenginliği”, yani “gönül zenginliğini”, kanaati, tok gözlülüğü tavsiye etmiştir.

Azimete sarılmanın vaktidir

İktisat, dünyalık talep ve tüketiminde de Allah’ın koyduğu ölçülere uygun hareket etmek. İsraftan, cimrilikten, haramdan, faizden, haksızlıktan kaçınmaktır. Ticaretle uğraşanlarımızın bir kısmının şöyle düşündüğünü biliyoruz: “İslâm’a uymayan bir ekonomik yapının içindeyiz. Piyasanın kendi kuralları var. Dinimizin istediği gibi ‘muktesit’ olursak piyasa kurallarına uymadığımız için zarar eder, geçim sıkıntısına düşeriz.” Meselenin zaruret haliyle bir ilgisi varsa “ruhsat” için gidip bir hocaefendiye sorulabilir. Ama ihtiyaç noktasında problemler yaşıyorsak dik durmak, azimete sarılmak lazım. Mevcut sisteme eklemlenmek nihai anlamda maddi mahrumiyetimizi gidermeyecek. Çünkü yaşanan krizler zaten bu anlayıştan kaynaklanıyor.

Öte yandan muktesit zümre, belki en çok kendileri ezildikleri halde, toplumun ilâhi bir kanun olarak krizlerle, rızık darlığıyla cezalandırılmasında “azınlıkta kaldıkları için” sorumlu tutuluyor. Öyleyse iktisatsızlığa uymak yerine direnerek, sabrederek; üstünlüğün tüketimde değil, züht ve takvada olduğunu hatırlayarak muktesitlerin sayısını artırmak gerekiyor. Bu öyle laf ile olmaz. Örneklikler sergilenerek, hâl ile olur. Mal, mülk, servet, etiket sahiplerine değil, mümin ve müttakilere itibar etmekle olur. Bu dünyada netice alır mıyız almaz mıyız bilinmez ama ahirette mükafatlandırılacağımızı Cenab-ı Hak vaat ediyor.

Nihayet maddi imkanların azaltılması imtihanımızın bir parçası. Bakara suresinin 155. ayetinde öyle buyurulmuyor mu? “Biz sizi biraz korku, biraz açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz eksiltme ile imtihan ederiz. (Ey Peygamber) sabredenleri müjdele!”

Müjdelenenlerden olmak için sabır, yani vahyi ikâmede ısrar ve kararlılık gerekiyor.

Semerkand


Kategoriler

- Başarı - Eğitim - Kişisel Gelişim - Hedef - Ticaret - Muhammed Bozdağ - İletişim - Nasihatler - Kariyer - Dua - Para - istemek - çalışmak - İslam - Abdülhamid Han - iş hayatı - Haber - Ekonomi - Osmanlı Sultanları - Rizik - Karar - Meslek - Osmanlı - Zaman Yönetimi - şükür - Motivasyon - Liderlik - Hedef Belirlemek - II. Abdülhamid Han - alışveriş - Para Kazanmak - istek - Arastirma - Osmanlı Devleti - yaşam - çalışmanın hedefi - Kriz - Hikayeler - Sorumluluk - İşsizlik - özgüven - Dünya Hayatı - Zaman - Nimete şükretmek - İslami ölçüler - içtenlik - duanın kabulü - İmaj - Modelleme - Helal Kazanç

MollaCami.Com