Kariyer | Konular | Kitaplık | İletişim

Gayret Bizden Tevfik Allah’tan

Allah’tan tevfik dilemek, “kendimiz için uygun olan”ı istemektir. Uygun olanı biz bilemeyiz; Allah bilir. Çünkü bizim hayır bildiklerimizde şer, şer bildiklerimizde hayır olabilir.

Cezbedici bütün unsurlarına rağmen modernizm bir “gaflet hali”dir. Bu sebepledir ki modern hayatta beşerî arzu ve isteklerin en üst seviyede karşılanması hep bir “çılgınlık” nitelemesiyle ifade edilir. Üstelik bu niteleme bir sakındırmayı değil, bir yönlendirmeyi yansıtır çoğu zaman. Modern kitlelerin çılgınlık heves yahut tutkusuna İslâmî terminolojide “fahşâ” adı verilir. “Arzuların hiçbir ölçü tanımayan, gem vurulamaz bir iştiha ile Allah’ın koyduğu sınırları çiğneyerek tatmin edilmesi” demektir.

Fahşâya teşvik etmesi, çılgınlığa özendirmesi, bir gaflet hali olan modernizmin mademki temel karakteridir, bunu sadece tüketim veya eğlence anlayışında aramamak gerekir. İhtiyaç, hatta zaruret de olsa dünyalık taleplerin elde edilmesi yolunda bugün neredeyse meziyet sayılan aşırı düşkünlük, ısrar ve ihtiras yine aynı nisyanın eseridir.

Modernizmin bu tarzı, biraz nefsimize hoş gelmesi, ama daha çok da “geri kalmışlık” yaftasından kurtulma gayreti sebebiyle bilhassa mal mülk edinme, hayat standardını yükseltme, para kazanma, başarılı olma konularında biz müslümanları daha fazla etkilemiş görünüyor. Bir şekilde kendimizi kaptırdığımız bu gaflet hali içinde masum ve makul taleplerin “tutku”ya dönüşünce imanımızı zedelediğini fark edemiyoruz. Tıpkı “başarma tutkusu”nun kalplerimizi ne hale getirdiğini göremediğimiz gibi.

Başarma tutkusu

Başarmak, önceden tasarlanan faydalı bir neticeye ulaşmak, isteğine nail olmak, bir işi maksada uygun biçimde tamamlamak, bir zorluğun üstesinden gelmek demek. İnsan elbette başarmak, netice almak ümidiyle bir işe sarılır.

Meşru ölçüleri gözeterek başarılı olmayı istemek, böyle bir arzuyu taşımak neden fahşâ olsun öyleyse? Başarma isteği ile başarı tutkusu aynı şey değil. Tutku, meşru ve makul ölçüler içindeki bir isteğin itidalini kaybedip ifrata kaymasıdır. İtidal aynı zamanda denge demektir. Dengesini kaybedenlerin ne zaman, nereye yuvarlanacağı belli olmaz.

Tutku haline gelmiş bir başarma isteği neticeyi gayretten daha değerli görür. Bu bakış açısı çabaya ve dürüstlüğe değil, hasılaya itibar ettirir. İnsana kulluğunu ve bu dünyadaki asıl vazifesini unutturabilir, meşru olmayan yollara sevk edebilir onu. En kötüsü de hedeflenen neticenin sadece tevessül edilen sebeplerle insanların kendileri tarafından kazanılabileceğine inandırır. Her şeye rağmen beklenen başarı kazanılamamışsa ya ümitsizliğe düşürür insanı, ya ısrarla ve inatla yeniden hamle yapmaya zorlar. Sözünü ettiğimiz ısrar ve inat, azmin yahut kararlılığın değil, hedeflenen neticenin “en doğru, en faydalı” olduğu saplantısındaki ısrar ve inattır. Hasbelkader istediğine nail olmuşsa, neticeyi kendinden bildiği için bu defa da böbürlenir, elde ettikleri üzerinde mülkiyet ve tasarruf yetkisinin sadece kendisine ait
olduğunu düşünür.

Biz “başarı tutkusu” dedik ama bugün artık tek başına “başarı” dendiğinde de şu saydığımız davranışlar akla geliyor ve üstelik bütün bunlar çok normal karşılanıyor. Piyasada “başarılı olmanın yollarını” salık veren, bu nedenle de çok satan bir sürü kitap böyle bir kabulü körüklüyor. “İnsanın başarısı da başarısızlığı da kendi elindedir” düşüncesini yerleştiriyor mesela. “Başarmak, amaca uygun sonuç almaktır. Hiçbir açıklama başarısızlığa gerekçe yapılamaz.” gibi parlak ama tutarsız sloganlar ezberletiyor.

“Başarı” kavramının kendisi müslümanlar için ciddi bir tehlikeye dönüşmüş durumda kısaca.

Hayırlısını istemek

Lisanımızla tasavvurlarımız arasındaki uyumu gözettiğimiz, ağzımızdan çıkanı kulağımızın duyup kalbimizin tasdik ettiği zamanlarda “başarı” gibi şaibeli kelimeleri kullanmazdık. “Başa ermek, en yukarılara çıkmak” gibi çağrışımları da olan ve neticeyi sadece insanın gayretine bağlayan “başarı”, yeni bir kelime. Hatırlayanlar olacaktır, eskiden “başarı” değil “muvaffakiyet” dilenirdi. Kitapların önsözlerinde sıkça kullanıldığı üzere, bir işe girişenler “gayret bizden, tevfik Allah’tan” niyazında bulunurdu. Sabahın ilk ışıklarıyla analar evlatlarını, hanımlar eşlerini uğurlarken “Allah işinizi rast getirsin” diye dua ederdi.

Bütün bu ifadelerle, mesela “muvaffakiyet”le “başarı” aynı şey değil mi peki? Değil. Günümüz sözlüklerinde bu iki kelime birbiriyle karşılansa da aynı değil. Eski sözlüklerde muvaffakiyet “tevfikât-ı ilâhiyyeye mazhariyet” şeklinde açıklanır ve mutlaka “hüsn-i istimâline, -yani doğru kullanılmasına- itina olunacak kelimelerdendir.” diye not düşülürdü. Bu uyarı, muvaffakiyetin insan tarafından ancak talep edilebileceği, tesis edilemeyeceği gerçeğine dikkat çekmek içindi.

Muvaffakiyet de tevfik de “bir şeyin başka bir şeye uygun olması” manasına gelen “vefk” kökünden türemedir. Nitekim aynı kökten “muvafık” ve “muvafakat” kelimelerinde “uygunluk” anlamı daha belirgindir. Şu halde Allah’tan muvaffakiyet veya tevfik dilemek, “kendimiz için uygun olan”ı istemektir. Bunu biz bilemeyiz; Allah bilir. Çünkü bizim hayır bildiklerimizde şer, şer bildiklerimizde hayır olabilir. Talep ettiğimiz şeyin ağırlığı ile takatimiz arasındaki uygunsuzluğu göremeyebiliriz. Halihazırın sınırlılığı çok zaman yanıltır bizi. Halbuki geleceği de bilen ve bütünü gören yalnızca Allah Tealâ’dır.

Bu sebepledir ki kendimiz için uygun olanı, hayırlı olanı Allah’a havale etmek hem bir duadır, hem de Allah’a itimadın, dolayısıyla imanın gereğidir. “İlla benim tasarladığım olmalı, benim için uygun olan budur!” ısrarı küstahlıktır. Bize bu cüreti gösterecek iradeyi bile bahşedene, sahibimize, bizi yaratana, rahmetiyle kuşatana güvenmemenin ifadesi olmakla da büyük bir cehalettir.

Zaferle değil seferle mükellefiz

Böyle bir küstahlık ve cahillikte direnenler kendilerini yorduklarıyla kalır, aslında hiçbir hayır elde edemezler. Çünkü bizim inancımızda muvaffakiyet de nusret de, zafer ve fetih de Allah’tandır. Çalışır, gayret eder, elimizden geleni yapar, sebeplere sarılırız ama neticeyi Rabbimizden bekleriz. Her şeye rağmen istediğimize ulaşamamışsak, “nasibimizde yokmuş” der, “hayırlısı böyleymiş” yahut “hak ettiğimiz buymuş” der, takdire teslim oluruz.

Bu tavır, “takdire rıza”yı kavraması mümkün olmayan modern anlayışın iddia ettiği ve benimsettiği gibi bir tembellik, boş vermişlik yahut amaçsızlık sebebi değildir. Tam aksine çabayı neticenin önüne çıkaran, çalışmaya teşvik eden bir yaklaşımdır. Çünkü müslüman netice almakla değil, gayret etmekle mükelleftir. Gayreti ve istikameti yüceltir onu. Allah Tealâ, inkârcıların söz dinlemeyip imana yönelmemesi üzerine zaman zaman me’yus olan Efendimiz s.a.v.’e “Sen zikret”, yani “sana indirilenleri hatırlat, tebliğ et” talimatını vermiş; hidayetin kendi katında olduğunu beyan buyurmuştur. Bu talimat doğrultusunda “Biz zaferle değil seferle mükellefiz” düsturuyla hareket eden Osmanlı da dünyanın en soylu medeniyetlerinden birini kurmuştur.

Öte yandan takdire rıza, Allah’a itimadın ve teslimiyetin ifadesidir. Kendisinden razı olandan Allah Tealâ da razı olur ve elbette kendisine sığınan için en hayırlısını takdir eder. Yani “teslimiyet” bir kayıp değil en büyük kazançtır. Azim ve gayret netice almaya yetmez ama neticenin takdir edilmesinde rol oynar. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın bazı hususlarda “çalışana vereceği” vaadi vardır. Ve nihayet çaba “fiilî dua”dır. Allah Tealâ vaadinden dönmez, duaları geri çevirmez.

Şu halde gerçek mümin, meşru ölçülerdeki dünyalık talepleri için çalışır, gayret eder, elinden geleni yapar. Fakat talebinin kendisine hayır getireceğini ve uygunluğunu bilmediği için Allah’tan tevfik diler, “mutlaka istediğim gerçekleşmeli” küstahlığıyla O’na asi olmaz. Kullukta kusur etmediği müddetçe Mevlâmızın mutlaka en hayırlısını, en uygununu vereceğine inanır.

Yeniden mümin olmamız, modern cahiliyyenin başarma tutkusuna inat, “gayret bizden, tevfik Allah’tan” şuurunu yeniden ihya etmemiz gerekiyor.

Kur’an’da Başarının Formülü

Dünyalık bir neticeyi inatla ve tek başına tesis etmeye yeltenmek anlamına bir “başarı” kavramı elbette Kur’ân’da olamaz. Fakat “hayırlı” olduğu bizzat Allah Tealâ tarafından işaret buyurulan hedeflere ulaşmak için belirlenmiş şartlar ve bunların yerine getirilmesi halinde maksadın mutlaka tahakkuk ettirileceğine dair ilâhi vaatler vardır.

Bu vaatlere nailiyeti “başarı” kabul edersek eğer, böyle bir başarıya Kur’ân’da bulabileceğimiz en yakın kavram “felâh” olabilir. Nitekim “kurtuluşa erişmek, huzur ve selamet bulmak, hayırda sonsuzluk” gibi karşılıkları bulunan “felâh”ın asıl anlamı “murada ulaşmak”tır.

Mü’minûn suresinin ilk ayetinde “Mü’minlerin mutlaka felaha erecekleri”, yani cennette ebedî saadete kavuşup başarıya ulaşacakları müjdelendikten sonra, takip eden ayetlerde bu başarının şartları sıralanır.

Surenin 1 ilâ 10. ayetleri arasında özetle “iman etmek, namazlarını huşu içinde kılmak ve aksatmamak, boş işlerden yüz çevirmek, zekâtlarını vermek, iffetlerini korumak, emanetlerine ve ahitlerine riayet etmek” şeklinde sayılan şartları, “en hayırlı başarının formülü” olarak akıldan çıkarmamak gerek.


Ali YURTGEZEN


Kategoriler

- Başarı - Eğitim - Kişisel Gelişim - Hedef - Ticaret - Muhammed Bozdağ - İletişim - Nasihatler - Kariyer - Dua - Para - istemek - çalışmak - İslam - Abdülhamid Han - iş hayatı - Haber - Ekonomi - Osmanlı Sultanları - Rizik - Karar - Meslek - Osmanlı - Zaman Yönetimi - şükür - Motivasyon - Liderlik - Hedef Belirlemek - II. Abdülhamid Han - alışveriş - Para Kazanmak - istek - Arastirma - Osmanlı Devleti - yaşam - çalışmanın hedefi - Kriz - Hikayeler - Sorumluluk - İşsizlik - özgüven - Dünya Hayatı - Zaman - Nimete şükretmek - İslami ölçüler - içtenlik - duanın kabulü - İmaj - Modelleme - Helal Kazanç

MollaCami.Com