Kariyer | Konular | Kitaplık | İletişim

İktisadi bünyenin kanseri

Türkçe'de kullanılan 'faiz' kelimesi Arapça menşe'li olup, 'kazanan' demektir. Teknik mânâda 'faiz'in Arapça karşılığı 'riba'dır. Riba, "gelişip artmak, yükselmek, şişmek" demektir. Türkçe'deki kullanılan şekliyle 'faiz' veya Arapça aslıyla 'riba', doğrudan veya dolaylı olarak, emeğe dayanmaksızın, sadece zamana, rizikoya ve belirsizlik faktörüne dayalı, meşru olmayan bir kazançtır. Yani, paranın belli sürede, doğurduğu paradır.

Kapitalist ekonominin vazgeçilmez unsurlarından olan faiz konusunda ekonomistler arasında çok farklı görüşler vardır. Adam Smith ve Ricardo gibi klasik ekonomistlere göre faiz, parayı ödünç alanın, paradan sağladığı kâr karşılığında ödünç verene ödediği fazla paradır.

Bohm Baverk gibi Avusturyalı ekonomistler faizi, zaman tercihinin sonucu olarak görmektedirler. Bunlara göre kişi, şimdiki malı gelecekteki mala tercih etmekte ve böylece maldan ileride sağlayacağı doyumu bugün elde etmektedir. Bunun neticesinde, kendisine borç verene belli miktar fazladan ödemede bulunur. Bu türden zaman tercihinin faize sebep olması da, geleceğin belirsizliği, bugünkü malların gelecektekilere oranla daha kıt ve dolayısıyla, daha kıymetli ve daha zor alınabilir olması ve bugünkü malların gelecektekilere oranla daha üstün olmasından kaynaklanmaktadır.

Bazı ekonomistlere göre faiz, borcu verenin verdiği paradan yararlanmaktan mahrum kalması karşılığında ödenen bir taviz ve kararlaştırılan müddet zarfında o parayı beklemesine karşılık verilen bir mükâfattır.

Diğer bazı ekonomistler, faizi tasarrufla açıklamaya çalışmışlardır. Böylelerine göre, kişi, faiz karşılığında sermayesini tasarrufa yatırır ve böylece âtıl sermayenin piyasaya çıkması sağlandığı gibi, yatırımların artması ve piyasanın hareketlenmesi neticesi de doğar.

Bütün bu teorilerde görülen ortak özellikler şöylece sıralanabilir:

a) Borçlunun alacaklıya ödediği faiz, şu veya bu şekilde, doğrudan veya dolaylı herhangi bir emeğe dayanmamaktadır.

b) Faiz, reel planda kendisinin bile kazanılıp kazanılamayacağı belli olmayan tamamen spekülatif gerçeklere dayanmaktadır.

c) Faizin iki temel sebebi, riziko ve süredir.

d) Faiz, genellikle muhtaç durumdaki borçluya yüklenen artık borçtur.

Çeşitli tarif ve değerlendirmeleriyle faiz, bizzat ekonomistler ve ahlâkçılarca tenkit edilmiştir. Söz gelimi, Politika'sında Aristo, yumurtlamayan (yani, neticede herhangi bir kazanç sağlamayan) kısır bir tavuğa benzetir faizi. Ona göre, para kendiliğinden bir parça doğuramaz. Aristo'nun hocası Eflatun da faizi kötüler ve reddeder. Roma İmparatorluğu'nda faiz oranlan kanuna bağlanarak başıboş bırakılmamış ve Orta Çağ'da kilise faizi yasaklamıştır. İlk Merkantilistler'den çoğu düşük oranlı faizi savunmuş ancak faizin ödenmesindeki sebebi açıklayamamışlardır.

Adam Smith ve Ricardo'nun faiz teorisinde, her şeyden önce parayı ödünç alan kişinin paradan kâr sağlayacağı kesin değildir; eğer borçlu bir tüccarsa zarar da edebilir; bu durumda, borçluya faizle ikinci bir kambur binmiş olacaktır. Buna karşılık, alacaklının faizi kesindir. Kaldı ki, kapitalist ekonomi, faizi yalnızca tüccara yüklememekte, geçimini sağlayamadığından borç almak mecburiyetinde kalan fakire de yüklemektedir; bu ise, içtimâî hayat ve ahlâk açısından kabul edilebilir bir durum olmasa gerektir.

Faizi yüklenen borçlu, bir müteşebbis veya bir üretici ise, bu durumda faizden doğan zarar hemen hemen bütün topluma tesir eden bir mahiyet kazanmaktadır. Söz gelimi, ayakkabı üretimi yapan bir fabrika sahibi bankadan %50 faizle 1 milyon liralık kredi alsa, bunun karşılığında bankaya ödeyeceği 500 bin lira doğrudan doğruya maliyete binecektir. Bir milyona mâlolacak on çift ayakkabı bu kez l,5milyona mâlolacak ve bir çift ayakkabının maliyeti, faiz yüzünden, 100 bin liradan 150 bin liraya çıkacaktır. Fabrika sahibi, her çiftten %10 kâr etse, faizsiz durumda bir çift ayakkabı elinden 110 bin liraya çıkarken, faiz alması durumunda 165 bin liraya çıkacak ve faiz kâr miktarını da etkileyerek, piyasadaki pahalılığın başlıca faktörlerinden biri haline gelecektir. Nitekim, günümüz ekonomistlerinin pek çoğu, faiz hadlerini yükseltmenin pahalılığı getireceğini, düşürmenin ise pahalılığı önlemek demek olduğunu kabul etmektedirler. Bugün bankalar kanalıyla müesseseleşen faiz, bir yandan dev bir asalak sınıfın doğmasına yol açarken, diğer yandan, özellikle yoksul üçüncü dünya ülkelerinin ekonomilerinin sırtındaki en büyük kamburdur.

Avusturyalı ekonomistlerin zaman tercihi neticesi olarak açıkladıkları faiz teorisi de önemli hatalarla mâlûldür. Her şeyden önce, yukarıda açıklandığı gibi, faiz ödeyen, bir başka deyişle, faizle borç alan iki tür kişi vardır: Faizi üretime yatıracak olan tüccar veya geçimini sağlayamayan fakir. Bugün bankalardan faizle avans alan küçük üretici de ikinci türün içine girmektedir. Tüccar için şimdiki malı gelecekteki mala değişme diye bir şey herhalde söz konusu değildir; o, bugün de yarın da gerekli üretimin içinde olacaktır. Fakir . ise, geleceği düşünmek şöyle dursun, o an ihtiyacını giderme peşindedir. Bu durum tasarruf noktasında düşünülüyorsa eğer, kişiyi tasarrufa iten, gelecekteki doyumu bugünden sağlama değil, belki bir noktada gelecek endişesi ve enflasyonla kaybolan âtıl parasının yok olan kısmını çıkarma düşüncesidir. Ekonomist Keynes'e göre insan, geliri ve hayat standardı tasarrufa elverdiği zamanlar para biriktirebilir veya biriktirdiğinin üzerinden elde edeceği gelire bakmaksızın yalnızca kötü günler için tasarruf edebilir. Başka bir deyişle, tasarruf doğrudan isteğe bağlı olmayan bir davranıştır ve böyle olduğu için de herhangi bir karşılık veya özendirici bir tedbir almayı gerektirmez. Kaldı ki, tasarrufu faiz karşılığı rnükâfatlandıran da bir bakıma müteşebbistir. Müteşebbis, yukarıda açıklandığı gibi Ödediği faizi yine maliyete bindirecektir. Ayrıca, müteşebbisin kullandığı sermaye ile mutlaka kâr edeceği garanti de değildir; bu durumda, hem zarar etmemek, hem de borcunu faiziyle ödeyebilmek için müteşebbis, temel alanlarda değil, tatlı kâr getiren alanlarda yatırıma girecek ve bu da o ülkenin ekonomisine fayda yerine zarar getirecektir.

Paranın zamanla değer kaybını göz önüne alarak faize gerekçe getiren görüş de, birçok yönlerden hatalıdır. Her şeyden önce, paranın sürekli değer kaybedeceği doktriner mânâda hakikat olmaktan uzaktır; para değer kazanabilir de. İkinci olarak, paranın belli zaman zarfında ne kadar değer kaybedeceğinin kesin olmamasına karşılık, faiz haddi kesin olmaktadır. Burada faize sebep olan şeyler süre ve rizikodur ki, bunlar kazançta kabûl edilebilir faktörler olmasa gerektir. Faizi, borcu verenin verdiği paradan yararlanmaktan mahrum kalması karşılığında ödenen bir taviz olarak değerlendiren görüş, mânevî bir iyiliği maddî mükâfatla karşıladığı gibi, kişinin ancak kendi kullanacağının dışında kalan parayı borç verebileceğini de göz önüne almamaktadır. Öyle ki bugün olduğu gibi belki her zaman, kişi parasını yatıracağı bir 'emanetçi' arar. Bu durumda, borçlu alacaklının 'fazla' parasını koruyan bir emanetçidir ki belki mükâfatlandırılması gereken alacaklı değil, borçludur.

Faizin, özelikle tasarruf sahipleri açısından ve daha pek çok sebeplerle işsizliğe yol açtığı, ekonomik durgunluğun başka faktörlerin yanı sıra faizden de kaynaklandığı, faizin bugün bilhassa yoksul ülkeler için çok büyük bir problem haline geldiği ve hattâ milletlerarası barışı ve ülkelerin birbirleriyle olan iyi münasebetlerini tehdit ettiği ekonomistler ve düşünürlerce ifade edilmektedir.

İslâm, her çeşidiyle faizi kesinlikle yasaklar. Faiz, Nasreddin Hoca'nın ünlü 'kazanın doğurması' fıkrasında olduğu gibi, bir bakıma paranın kendiliğinden para doğurmasıdır. Halbuki, İslâm'a göre, kazancın tek faktörü emektir. "Kişi İçin çalıştığından başkası yoktur." (Necm: 53/39)

Bu emek doğrudan kişinin gücünü, bedenini veya kabiliyetlerini kullanmak şeklinde olabildiği gibi, dolaylı, yani birikmiş emek de olabilir ki bu da 'sermaye'dir; yani, İslâm'da sermaye meşrû yolda harcanmış emeğin ürünü olmak durumundadır. Bu noktada hatırlatmak gerekir ki ticaret ve san'at da emeğin şümûlü dışına çıkmaz. Faizde ise, belirsizliğin yanısıra, faiz alanın faiz haddi nisbetinde kazanıp kazanamayacağının taşıdığı risk vardır. Bütün bunlar, İslâm nazarında kazanç adına meşrû unsurlar değildir. Buna karşılık, İslâm'da 'mudarebe' akdi vardır ki, buna göre, sermaye sahibi, birikmiş emeği olan 'sermaye' sini ortaya koyar ve bazıları bu sermayeyi doğrudan emekleriyle kullanırlar. Neticede ortaya çıkacak üretim veya kâr kararlaştırılan nispette paylaşılır. Bu. emek sahibinin kâra ortak olması veya sermaye sahibinin hakkının işlemin sonucuna bağlanması demektir. 'Mudarebe'de zararı sermaye sahibi öder, doğrudan emek sarfedenin zararı ise. neticesiz kalmış olan emeğidir. Muamele kazançla neticelendiğinde, sermaye sahibi anlaşmada kararlaştırılan yüzde üzerinden kâra ortak olur.

Faizin özellikle enflasyon noktasında İslâm açısından yapılan değerlendirmelerinde, piyasada kullanılan para hususu da herhalde gözden uzak tutulmamalıdır. İslâmî hukuk kaidelerinin, temelden İslâm'a göre şekillenmiş toplumlarda ve ekonomik bir hayatta gerçek mânâ ve fonksiyonunu kazanacağı açıktır. Bugün dünyada paraların üzerindeki değer, bütünüyle mücerred bir değerdir. İslâm'da ise, paranın bizzat kendisi, madenî, üzerinde taşıdığı değeri hâiz olsa gerektir.

İslâm, meseleye sadece 'ekonomi' açısından değil, adalet, hakkaniyet, insaniyet ve ahiret hayatı açısından da bakar. Bu yönüyle varlıklı birinin muhtaç durumdaki bir insana borç para vermesi, ahiret hayatı noktasında alabildiğine özendirilmiş olup, tarihte bir 'karz-ı hasen' müessesesinin kurulmasına da yol açmıştır. Öte yandan, bu tür muamelelerin toplumdaki kardeşliği, tesanüt ve yardımlaşmayı ne derece artıracağı, faizin ise güveni, yardımlaşma ve dayanışmayı ne derece yok edeceği ve ettiği herhalde izaha muhtaç olmasa gerektir.

İslâm, faizi şiddetle yasaklamasının yanısıra, para biriktirmeyi ve âtıl para bulundurmayı da hiç bir zaman tasvip etmez. Para veya malın belirli ellerde birikmesini hoş görmediği gibi, bunların ticaret, borç, infak veya yatırım gibi çeşitli alanlarda sarfını öngörür. İslâm, faizi yasaklamakla, toplumda kapitalist bir sınıfın büyümesine izin vermediği gibi, millî gelirin adil, insaflı ve hakkaniyete uygun bir biçimde dağılmasını da sağlar. Faiz, zengini daha zengin, fakiri ise daha fakir yapan bir faktördür.
Bu meşhur ve yaygın faizden ayrı olarak, İslâm'da, yukarıda sözü edilen para biçimiyle mübadele (değişim) suretindeki alışverişten kaynaklanan ve atına 'riba-i nesie' denilen bir faiz şekli daha vardır ki, keyfiyetini öğrenmek isteyenler ilgili 'fıkıh' kitaplarına bakabilirler.

KAYNAKLAR

- Bilmen, Ömer Nasuhi; Hukuk-u İslâmiye ve Istılahat-ı Fıkhiye Kamusu, C. 6
- Es-Sadr, Muhammed B.; İslâm Eknomi Doktrini, 1. Cilt, İst. 1978; 2. Cilt, İst. 1979.
- Mennan, Prof. Muhammed A.; İslâm Ekonomisi, Fikir Yay. İstanbul.


Ubeydullah Akyüz


Kategoriler

- Başarı - Eğitim - Kişisel Gelişim - Hedef - Ticaret - Muhammed Bozdağ - İletişim - Nasihatler - Kariyer - Dua - Para - istemek - çalışmak - İslam - Abdülhamid Han - iş hayatı - Haber - Ekonomi - Osmanlı Sultanları - Rizik - Karar - Meslek - Osmanlı - Zaman Yönetimi - şükür - Motivasyon - Liderlik - Hedef Belirlemek - II. Abdülhamid Han - alışveriş - Para Kazanmak - istek - Arastirma - Osmanlı Devleti - yaşam - çalışmanın hedefi - Kriz - Hikayeler - Sorumluluk - İşsizlik - özgüven - Dünya Hayatı - Zaman - Nimete şükretmek - İslami ölçüler - içtenlik - duanın kabulü - İmaj - Modelleme - Helal Kazanç

MollaCami.Com